Odamda otururken bazen, delice bir rüzgar eserse eğer pencereden içeri doğru, kış geldi sanıyorum ve mutlu oluyorum. Üşüyorum ve bu çok hoşuma gidiyor. Yine bekliyorum havaların biraz daha soğumasını; şapkalarımı, eldivenlerimi ve en çok da şallarımı özledim. Mont ve boğazlı kazak da listeye girebilir elbette. Senin de sevdiğini biliyorum kazakları.
Gittiğim birkaç şehri düşündüm. Urfa mesela. Çok fazla
gezememiştim ama keyif almıştım gördüklerimden. “Züğürt Ağa”nın çekildiği handa
oturup kahve içmiştim, Şener Şen gözümün önünden gitmemişti, gülüp durmuştum
öyle.
Biliyorsun, seninle yürümeyi severim kardeşim. Okullar
açılınca, sen yine başka bir şehre gideceksin. Bencilce olabilir ama seni yine
de anlarsın: senin oraya gitmenin güzelliği, benim yanına gelmek için gün
saymamla bir bütün. Havalar soğuduğunda, bir gün yola çıkıp geleceğim.
Biletimi, sabaha karşı vapurda olabileceğim bir saate ayarlayacağım. Latife
Tekin bir kitabında şöyle yazmış: “Güneş öncesinin serinliğinde yamaçlara,
vadilere uykulu gözlerle bakarsanız, dünya nasıl rahat eder anlıyorsunuz işte.”
Ben de vapurda, ellerim ceplerimde senin olduğun kıyıya bakma istiyorum,
gülerek. Sonra sen beni iskelede karşılarsın, uzun uzun sarılırız. Henüz
kimseler yoktur sokaklarda. O meşhur börekçiden bir şeyler alıp, sadece
sabahları –yeni demlendiği için- güzel olan çaycıda çay içeriz. Ellerimizi
tutup güçleniriz. Akşam, her fırsatta gittiğimiz uzaktaki çaycıya –senin
eskiden çalıştığın yer- gideriz. Yürürüz bol bol. Üşürüz biraz. Eskilerden bir
şeyler hatırlarız. O kadar konuşup da, bir yol bulamayışımıza çaresizlikle
gülümseriz. Bak şimdiden nasıl özledim. Hadi kış, gel artık!