26 Mart 2012 Pazartesi

..Golha..

                                   
                                ....

                                yorgun bir kadın
                                yorgun bir kitap elinde
                                yorgun dünyasında
                                sığındı kendine
     
                                                                Eray Canberk, Ebrular



                               
                           

25 Mart 2012 Pazar

Maldito Mundo!

 "Afrika’da bir anne çocuğuna, ‘tabağını bitir’ diye bağırana kadar dünyanın bütün tabaklarını kırmak istiyorum."
- Morgan Freeman




Yine kendimi dünyanın kötülüklerine isyan ederken buldum, ara sıra oluyor öyle.  Bazen, şuurumu toparlayıp, bireysel problemlerimden koşarak uzaklaşıp, dünyada yer edinmiş bir probleme kafayı takmış olarak yakalıyorum kendimi bir köşede.  “Hey! Seni bencil, bak onca yoksulluk varken sen nelere dertleniyorsun, biraz ayıp olmuyor mu, küçük hanım?”  diye söyleniyor kafamın bilmediğim bir köşesinden bir ses. Çöküyorum böyle birden, utanıyorum üzüldüğüm şeylerden, sonra da kızıyorum, lanet ediyorum. Neden bu kadar bencil olduk biz? Dünya küreselleşti, biz bencilleştik. Bir kayıtsızlık sardı dört yanımızı, tüm ilgi egomuza kaydı. İlla ben, illa ben. Büyürken kalbimizi mi küçülttüler yoksa biz bunu bizzat mı yaptık?

Nereden geldim bu konuya? Şimdi ben Afrika tarihi ile ilgili bir okuma yapıyordum,  sonra salondan annemin ahlayan vahlayan sesi geldi, ne olduğunu merak edip içeri gittim, film izliyormuş da çok etkilenmiş sanırım. “Sefiller” i seyrediyordu, evet, meşhur Fransız yazar Victor Hugo’nun en bilinen eserinin uyarlaması. Evet, Jean Valjean, Fantine, Cosette, Marius  falan.  Tabi bu eser daha ziyade, Fransız İhtilali sonrası,  İkinci Cumhuriyet’in kuruluşunu anlatmak amacıyla yazılır ve aynı zamanda Fransız halkının oldukça güç koşullarla boğuştuğunu dile getirir ki, Fantine’in kaderi, adalet sistemindeki bozuluklar, Jean Valjean’ın bunlarla çarpışması vs. gibi o dönem Avrupa’sının sancılarından Fransa örneğiyle bahsedilir burada. Zaten okuma yaparken Fransa’nın arkasından bayağı bir sövmüştüm, bir de üstüne bu gelince yeter be dedim.  Neyse efendim, Ruanda Soykırımıyla ilgili birkaç okuma ve Sefiller yüzünden başta Fransa olmak üzere, - pardon en başta Vasco de Gama var-, tüm Avrupa’dan bir kez daha illallah ettim. Her yere medeniyet götürme merakları, günümüzde başkalarına devredilmiş olsa da hala devam ettiriliyor. Medeniyet demek, öldürmek demek, senden farklı olan inançlara, kültürlere ilkel gözüyle bakmak demek – ki bu yüzden insan eti yiyenler  cani olarak öğretiliyor bizlere-, insanı insana kırdırmak demek, beyaz ırkın mükemmelliğini “Apartheid” ile bir kere daha gözümüze gözümüze sokmak demek, demokrasi çığırtkanlığı yapmak demek. İnsanlığımdan utandım, Batı’nın ahlaksızlığını alan bir toplumda yaşamaktan utandım. Bütün siyasete bulaşmış, kokuşmuş sömürgecilerden utandım. İnsanı; yaşamak için kendi eşini, çocuğunu öldürten zihniyetten utandım. Dünyada bilmediğimiz daha neler olup biterken, en çok da kendime dalmış, başka bir şey düşünemez bir insan haline gelmiş olmaktan utandım ve galiba, bu utançla yaşamaya mahkumum.  Çünkü zihnimin çoktan kuşatıldığına inanıyorum, bu beni tedirgin ediyor ama vücudun uyuşmaya başlamış gibi, tepki veremez hale geliyorsun, ve olan biteni kabul ediyorsun, en fazla benim gibi böyle kendi kendine isyan eder hale geliyorsun. Sonrası bilinen şeyler işte, neden bu dünyada yaşıyorum sorusu ve benzerleri. Oysa, yaşamak için bulduğumuz amaçlara dönüp baktığımızda, onların bile aslında ne kadar bencilce olduklarını görüyoruz.
Belki de görmüyoruz..





23 Mart 2012 Cuma

.we drove our hearse.

çok güzelsin bence.



This is how it works
You're young until you're not
You love until you don't
You try until you can't
You laugh until you cry
You cry until you laugh
And everyone must breathe
Until their dying breath

No, this is how it works
You peer inside yourself
You take the things you like
And try to love the things you took
And then you take that love you made
And stick it into some
Someone else's heart
Pumping someone else's blood
And walking arm in arm
You hope it don't get harmed
But even if it does
You'll just do it all again

22 Mart 2012 Perşembe

"but it doesn't bother me.."




Çok sıkıldım buradan. Hep mecburi telaşlar, strese sokan gereksiz heyecanlar.. Sonra dedim ki, ” en iyisi başka bir şehre kaçmak, bir iki günlüğüne de olsa iyi olur.” Evet, iyi oldu. Orası güzeldi, insan azdı, hava da düzelmişti şansımıza, yollar arabalar için değil yürümek için kullanılıyordu çoğunlukla. Yürüdük bolca, insanların girmekten korktuğu çingene mahallesinde turladık, çok güzel bir kütüphaneye gittik, tabi ki çay içtik bolca, mükemmel bir sahil keşfettik, iskelede oturduk biraz, sonra ben yalnız kovboy olduğumdan ötürü canımın içi iki dostumu iskelede bırakıp biraz sahilde dolandım. Onlar da kıyıya vuran dalgalardan nasiplerini alıp, iskelede olmalarına rağmen bayağı ıslandılar. Sonra, minnacık bir çay bahçesi bulup, postu oraya serdik. Gır gırdı, şamataydı, temaşaydı derken; sahilde ıssız kalmış bir kayık bulup içine yerleşip şarkılar söyledik, Bomonti içtik. En önemlisi de kendimi yemeğe verdim, bulduğum her fırsatta uyudum, ki bu sebepten sevgili arkadaşlarım benimle sıkça alay ettiler, gülüştük :)) Tabi o akşam Behzat Ç. akşamı olduğu için, Bomontileri kapıp yurt odasındaki minik televizyonun önüne serildik, antep fıstığı kavgasına tutuştuk.

La la la!

Evet, her güzel şeyin bir sonu vardı gerçekten de, bir kere daha yaşayarak gördük, otobüsle bu pis şehre geri geldik, İstanbul’u sevmemekten değil ama bazen insan en sevdiğine bile katlanamıyor ya o hesap..  Otogar! Kabusların başlangıcı, kötü günlerin habercisi gibi karşıladı beni. İner inmez yeniden söylenmeye başladım, okuldan, evden, kimi insanlardan,  senden bıktım. Zaten orada bile rahat bırakmadın kafamı, seni düşündüğüm her dakika yaşama sevincimi elimden alıyorlar gibiydi, onun dışında seni düşünmemek için her şeyi yaptım.  İçime sıkıntı salıyorsun resmen.  Bütün hatıraları yok edince seni düşündürecek bir şey kalmadı, ama böyle de olmadı. Bir defa daha sıkıldım, yine kasvet sardı dört bir yanımı.

13 Mart 2012 Salı

Sevgili kitap,


İlk acım değil ve büyük ihtimalle son acımda değil. Neyse bunun pek bir önemi yok, sığınaklara saklanacağımız o günler gene gelecek. Ne koyalım sığınaklara zor zamanlar için??

İnsanın her olayda tepkisi farklı oluyor, hayata farklı yüzlerle çıkıyoruz. Çünkü değişime kapanmak çok zor, ki gerek de yok. Bazen tepkisiz kalıyoruz, kayıtsızlık baş gösteriyor. Bazen sosyal bir hayvana dönüşüyoruz, bazen canımız bir şey yapmak istemiyor, “eve kapasınlar ulan beni, kimseleri görmek istemiyorum” havalarına bürünüyoruz. En azından ben de böyle şeyler oldu. Şu an kayıtsızlık aşamasındayım. Böyle bir kayıtsızlık görülmedi benim bu taraflarda, o derece yani.

Kitap. Evet, kitap. Tamam, kitap okuyorum, önceden de okurdum, arada elime alırdım yarısında bırakırdım, bazen bir solukta okurdum. Dönem dönem değişirdi. Şu sıralar, yıllarca adeta kitaptan soğutmak için kurulan o cümleyi çok sık tekrarlar oldum. Kitapla dostluk ilişkisine yön veren o cümle işte, herkeşler bilir. Hayatımın hiçbir döneminde kitap okumanın beni bu denli güçlendirdiğini hatırlamıyorum, bu yüzden bunu kendi çapımda kutluyorum. İçimde kutluyorum tabi, dışa vuramıyorum, “kitap okuyorum, çok mutluyum!” tarzı söylemlerimin insanlar tarafından hoş karşılanmaması bir yana, bir de tuhaf bakışlar, “anlıyorum seni” gibisinden esprili sözler, gerek yok. Ama gerçekten de çok mutlu ediyor bu aralar beni. Ne güzel o zaman, değil mi ama?? Sığınaklara kitap saklamak lazım zor zamanlar için. Hımm, sizleri bilemem ama ben biraz müzik, bolca tütün, ve zor zamanlar geçene dek beni idare edecek kadar çay da stoklamaktan yanayım. 


Sığınmışken, bunu dinleyebiliriz!!!



11 Mart 2012 Pazar

"Zalimim Derilla, en azından bu aralar."





Kendi içine bakabilmek.. Kendini bütün tezatlarınla görmeye çalışmak.. En azından bunu denemek.. Biliyorum, zor. Hatta çoğu zaman bunu yapmamak, bundan kaçmak için oluyor asıl çabamız. Bazen durup kendine bakmak, kendini düşünmek, içinde bir şeyleri sorgulamak öyle yoruyor ki, aman düşünmeden buradan uzaklaşayım diyor insan. “insan böyle deliriyor işte.” diyenlere inat, asıl düşünmedikçe delirdiğimizi, sıkıntılarımızın temel kaynağının “gerçekten kendimizi düşünmediğimiz” oluşunu dile getiresim var.


Her şey öyle yorucu ki, hepimiz için. Hep kurtarılmaya muhtacız. Bir şeylere mahkumuz. Aileye, sevgiliye, okula, işe, kocamıza, karımıza, çocuğumuza. Asıl yorucu olan da, tüm bunlara mahkumiyetini göre göre, kendine de katlanmak zorunda olduğunu bilmek. Yani her şeyin omzuna bir sorumlulukmuşçasına bindirilmesi,  bundan kaçamaman ve daha da beteri, bununla savaşamaman..  Hani olur ya, “geriye dönüp bakmalar”… İşte öyle, bazı şeyleri yaşarken değil de,  baktığında görebilmek. Ne acı bir şey oysa, yaşarken aslında neyin içinde olduğunu görememek. Evet, geriye dönüp bakmak da iyidir; yanlışlar, acılar adam eder ama o an, tam o an, farkına varabilsek, büyüsü kaçmadan yoluna sokabilsek bir şeyleri. İşte benimki de bir temenni.


Bizim Kaptan’ın bir sözü vardı.. 
“Zaten, kim gerçekten bakabilmiş ki, içine..”


4 Mart 2012 Pazar

Meraklısı İçin "Öyle Bir Hikaye"




Dünyanın en güzel hikayesi desem, siz ne derdiniz? Bana göre en güzeli “Öyle Bir Hikaye”dir. Gerçekten de öyle bir hikayedir o. Hem güzellik, hem acı, hem hüzün, hem mutluluk barındırır.  Cebinize alıp sohbet edeceğiniz bir Hidayet’iniz olsun istersiniz, aslında bunu yapabilirsiniz de! Lise son sınıfta, felsefe öğretmenimden duymuştum bu öyküyü. Kendisine derinden vurgun olduğum için, hemen gidip okumuştum ve sizden vazgeçip Hidayet’e vurulmuştum sevgili öğretmenim.


“Cebinde mis gibi simit kokuyor be abi!” dedi Hidayet, sonra sevdiceği Pakize’yi anlatmaya koyuldu, sonra da Fatih Camii avlusunun çitlembik ağacının dibine doğru fırlayıp gitti. Panco’ya selamlarını da iletti. Yıllardır bu camiye gidip, çitlembik ağacını bulmayı isteyip dururum. Bir gün gideceğim. Kendime güveniyorum, yapabilirim.

“Meraklısı İçin Öyle Bir Hikaye”, İstanbul Şehir Tiyatrolarında oynanıyordu bir ara, hala var mı bilemiyorum, aslında bir ara gidip bakayım da oynanıyorsa hala bir bilet alayım şöyle kendime ön sıralardan. Hatta dayanamayıp baktım bile internetten. Oynanıyormuş hala. Eskiden Savaş Dinçel oynuyormuş, ben onu izleyemedim, onun vefatının ardından Naşit Özcan oynuyor. Gayet güzel her şey. Oyundaki sesler.. ah, o sesler.. Öyle güzel yapmışlar ki, mutluluktan yaş gelebilir gözlerden (benim gelmişti, sadece oyunun yarattığı güzellik duygusundan dolayı). Ayrıca, oyunun sonunda çekiliş yapılıyordu ve kazanana Sait Faik'in bir büstünü veriyorlardı, hala öyle mi bilmiyorum ama belki bize çıkar (: Neyse efendim, ben şiddetle tavsiye ediyorum, okuyun diyorum, hatta okuduktan sonra bir de gidip izleyin, bu aktiviteleri kronikleştirin diye de ekliyorum. Panco’ya selamlar, size sevgiler saygılar..