"Afrika’da bir anne çocuğuna, ‘tabağını bitir’ diye bağırana kadar dünyanın bütün tabaklarını kırmak istiyorum."
- Morgan Freeman
Yine kendimi dünyanın kötülüklerine isyan ederken buldum,
ara sıra oluyor öyle. Bazen, şuurumu
toparlayıp, bireysel problemlerimden koşarak uzaklaşıp, dünyada yer edinmiş bir
probleme kafayı takmış olarak yakalıyorum kendimi bir köşede. “Hey! Seni bencil, bak onca yoksulluk varken
sen nelere dertleniyorsun, biraz ayıp olmuyor mu, küçük hanım?” diye söyleniyor kafamın bilmediğim bir
köşesinden bir ses. Çöküyorum böyle birden, utanıyorum üzüldüğüm şeylerden,
sonra da kızıyorum, lanet ediyorum. Neden bu kadar bencil olduk biz? Dünya
küreselleşti, biz bencilleştik. Bir kayıtsızlık sardı dört yanımızı, tüm ilgi
egomuza kaydı. İlla ben, illa ben. Büyürken kalbimizi mi küçülttüler yoksa biz
bunu bizzat mı yaptık?
Nereden geldim bu konuya? Şimdi ben Afrika tarihi ile ilgili
bir okuma yapıyordum, sonra salondan
annemin ahlayan vahlayan sesi geldi, ne olduğunu merak edip içeri gittim, film
izliyormuş da çok etkilenmiş sanırım. “Sefiller” i seyrediyordu, evet, meşhur
Fransız yazar Victor Hugo’nun en bilinen eserinin uyarlaması. Evet, Jean
Valjean, Fantine, Cosette, Marius
falan. Tabi bu eser daha ziyade,
Fransız İhtilali sonrası, İkinci
Cumhuriyet’in kuruluşunu anlatmak amacıyla yazılır ve aynı zamanda Fransız
halkının oldukça güç koşullarla boğuştuğunu dile getirir ki, Fantine’in kaderi,
adalet sistemindeki bozuluklar, Jean Valjean’ın bunlarla çarpışması vs. gibi o
dönem Avrupa’sının sancılarından Fransa örneğiyle bahsedilir burada. Zaten
okuma yaparken Fransa’nın arkasından bayağı bir sövmüştüm, bir de üstüne bu
gelince yeter be dedim. Neyse efendim,
Ruanda Soykırımıyla ilgili birkaç okuma ve Sefiller yüzünden başta Fransa olmak
üzere, - pardon en başta Vasco de Gama var-, tüm Avrupa’dan bir kez daha
illallah ettim. Her yere medeniyet götürme merakları, günümüzde başkalarına
devredilmiş olsa da hala devam ettiriliyor. Medeniyet demek, öldürmek demek,
senden farklı olan inançlara, kültürlere ilkel gözüyle bakmak demek – ki bu
yüzden insan eti yiyenler cani olarak
öğretiliyor bizlere-, insanı insana kırdırmak demek, beyaz ırkın mükemmelliğini
“Apartheid” ile bir kere daha gözümüze gözümüze sokmak demek, demokrasi
çığırtkanlığı yapmak demek. İnsanlığımdan utandım, Batı’nın ahlaksızlığını alan
bir toplumda yaşamaktan utandım. Bütün siyasete bulaşmış, kokuşmuş sömürgecilerden
utandım. İnsanı; yaşamak için kendi eşini, çocuğunu öldürten zihniyetten
utandım. Dünyada bilmediğimiz daha neler olup biterken, en çok da kendime
dalmış, başka bir şey düşünemez bir insan haline gelmiş olmaktan utandım ve
galiba, bu utançla yaşamaya mahkumum.
Çünkü zihnimin çoktan kuşatıldığına inanıyorum, bu beni tedirgin ediyor
ama vücudun uyuşmaya başlamış gibi, tepki veremez hale geliyorsun, ve olan
biteni kabul ediyorsun, en fazla benim gibi böyle kendi kendine isyan eder hale
geliyorsun. Sonrası bilinen şeyler işte, neden bu dünyada yaşıyorum sorusu ve
benzerleri. Oysa, yaşamak için bulduğumuz amaçlara dönüp baktığımızda, onların
bile aslında ne kadar bencilce olduklarını görüyoruz.
This is how it works You're young until you're not You love until you don't You try until you can't You laugh until you cry You cry until you laugh And everyone must breathe Until their dying breath
No, this is how it works You peer inside yourself You take the things you like And try to love the things you took And then you take that love you made And stick it into some Someone else's heart Pumping someone else's blood And walking arm in arm You hope it don't get harmed But even if it does You'll just do it all again
Çok sıkıldım buradan. Hep mecburi telaşlar, strese sokan
gereksiz heyecanlar.. Sonra dedim ki, ” en iyisi başka bir şehre kaçmak, bir
iki günlüğüne de olsa iyi olur.” Evet, iyi oldu. Orası güzeldi, insan azdı,
hava da düzelmişti şansımıza, yollar arabalar için değil yürümek için
kullanılıyordu çoğunlukla. Yürüdük bolca, insanların girmekten korktuğu çingene
mahallesinde turladık, çok güzel bir kütüphaneye gittik, tabi ki çay içtik
bolca, mükemmel bir sahil keşfettik, iskelede oturduk biraz, sonra ben yalnız
kovboy olduğumdan ötürü canımın içi iki dostumu iskelede bırakıp biraz sahilde
dolandım. Onlar da kıyıya vuran dalgalardan nasiplerini alıp, iskelede
olmalarına rağmen bayağı ıslandılar. Sonra, minnacık bir çay bahçesi bulup,
postu oraya serdik. Gır gırdı, şamataydı, temaşaydı derken; sahilde ıssız
kalmış bir kayık bulup içine yerleşip şarkılar söyledik, Bomonti içtik. En
önemlisi de kendimi yemeğe verdim, bulduğum her fırsatta uyudum, ki bu sebepten
sevgili arkadaşlarım benimle sıkça alay ettiler, gülüştük :)) Tabi o akşam
Behzat Ç. akşamı olduğu için, Bomontileri kapıp yurt odasındaki minik
televizyonun önüne serildik, antep fıstığı kavgasına tutuştuk.
La la la!
Evet, her güzel şeyin bir sonu vardı gerçekten de, bir kere
daha yaşayarak gördük, otobüsle bu pis şehre geri geldik, İstanbul’u
sevmemekten değil ama bazen insan en sevdiğine bile katlanamıyor ya o
hesap.. Otogar! Kabusların başlangıcı,
kötü günlerin habercisi gibi karşıladı beni. İner inmez yeniden söylenmeye
başladım, okuldan, evden, kimi insanlardan, senden bıktım. Zaten orada bile rahat
bırakmadın kafamı, seni düşündüğüm her dakika yaşama sevincimi elimden
alıyorlar gibiydi, onun dışında seni düşünmemek için her şeyi yaptım. İçime sıkıntı salıyorsun resmen. Bütün hatıraları yok edince seni düşündürecek
bir şey kalmadı, ama böyle de olmadı. Bir defa daha sıkıldım, yine kasvet sardı dört bir yanımı.
İlk acım değil ve büyük ihtimalle son acımda değil. Neyse
bunun pek bir önemi yok, sığınaklara saklanacağımız o günler gene gelecek. Ne
koyalım sığınaklara zor zamanlar için??
İnsanın her olayda tepkisi farklı oluyor, hayata farklı
yüzlerle çıkıyoruz. Çünkü değişime kapanmak çok zor, ki gerek de yok. Bazen
tepkisiz kalıyoruz, kayıtsızlık baş gösteriyor. Bazen sosyal bir hayvana
dönüşüyoruz, bazen canımız bir şey yapmak istemiyor, “eve kapasınlar ulan beni,
kimseleri görmek istemiyorum” havalarına bürünüyoruz. En azından ben de böyle
şeyler oldu. Şu an kayıtsızlık aşamasındayım. Böyle bir kayıtsızlık görülmedi
benim bu taraflarda, o derece yani.
Kitap. Evet, kitap. Tamam, kitap okuyorum, önceden de
okurdum, arada elime alırdım yarısında bırakırdım, bazen bir solukta okurdum.
Dönem dönem değişirdi. Şu sıralar, yıllarca adeta kitaptan soğutmak için
kurulan o cümleyi çok sık tekrarlar oldum. Kitapla dostluk ilişkisine yön veren
o cümle işte, herkeşler bilir. Hayatımın hiçbir döneminde kitap okumanın beni
bu denli güçlendirdiğini hatırlamıyorum, bu yüzden bunu kendi çapımda
kutluyorum. İçimde kutluyorum tabi, dışa vuramıyorum, “kitap okuyorum, çok
mutluyum!” tarzı söylemlerimin insanlar tarafından hoş karşılanmaması bir yana,
bir de tuhaf bakışlar, “anlıyorum seni” gibisinden esprili sözler, gerek yok.
Ama gerçekten de çok mutlu ediyor bu aralar beni. Ne güzel o zaman, değil mi
ama?? Sığınaklara kitap saklamak lazım zor zamanlar için. Hımm, sizleri bilemem
ama ben biraz müzik, bolca tütün, ve zor zamanlar geçene dek beni idare edecek
kadar çay da stoklamaktan yanayım.
Kendi içine bakabilmek.. Kendini bütün tezatlarınla görmeye
çalışmak.. En azından bunu denemek.. Biliyorum, zor. Hatta çoğu zaman bunu
yapmamak, bundan kaçmak için oluyor asıl çabamız. Bazen durup kendine bakmak,
kendini düşünmek, içinde bir şeyleri sorgulamak öyle yoruyor ki, aman
düşünmeden buradan uzaklaşayım diyor insan. “insan böyle deliriyor işte.” diyenlere
inat, asıl düşünmedikçe delirdiğimizi, sıkıntılarımızın temel kaynağının “gerçekten
kendimizi düşünmediğimiz” oluşunu dile getiresim var.
Her şey öyle yorucu ki, hepimiz için. Hep kurtarılmaya
muhtacız. Bir şeylere mahkumuz. Aileye, sevgiliye, okula, işe, kocamıza,
karımıza, çocuğumuza. Asıl yorucu olan da, tüm bunlara mahkumiyetini göre göre,
kendine de katlanmak zorunda olduğunu bilmek. Yani her şeyin omzuna bir
sorumlulukmuşçasına bindirilmesi, bundan
kaçamaman ve daha da beteri, bununla savaşamaman.. Hani olur ya, “geriye dönüp bakmalar”… İşte
öyle, bazı şeyleri yaşarken değil de, baktığında görebilmek. Ne acı bir şey oysa,
yaşarken aslında neyin içinde olduğunu görememek. Evet, geriye dönüp bakmak da
iyidir; yanlışlar, acılar adam eder ama o an, tam o an, farkına varabilsek,
büyüsü kaçmadan yoluna sokabilsek bir şeyleri. İşte benimki de bir temenni.
Dünyanın en güzel hikayesi desem, siz ne derdiniz? Bana göre
en güzeli “Öyle Bir Hikaye”dir. Gerçekten de öyle bir hikayedir o. Hem
güzellik, hem acı, hem hüzün, hem mutluluk barındırır. Cebinize alıp sohbet edeceğiniz bir
Hidayet’iniz olsun istersiniz, aslında bunu yapabilirsiniz de! Lise son
sınıfta, felsefe öğretmenimden duymuştum bu öyküyü. Kendisine derinden vurgun
olduğum için, hemen gidip okumuştum ve sizden vazgeçip Hidayet’e vurulmuştum
sevgili öğretmenim.
“Cebinde mis gibi simit kokuyor be abi!” dedi Hidayet, sonra
sevdiceği Pakize’yi anlatmaya koyuldu, sonra da Fatih Camii avlusunun çitlembik
ağacının dibine doğru fırlayıp gitti. Panco’ya selamlarını da iletti. Yıllardır
bu camiye gidip, çitlembik ağacını bulmayı isteyip dururum. Bir gün gideceğim.
Kendime güveniyorum, yapabilirim.
“Meraklısı İçin Öyle Bir Hikaye”, İstanbul Şehir
Tiyatrolarında oynanıyordu bir ara, hala var mı bilemiyorum, aslında bir ara
gidip bakayım da oynanıyorsa hala bir bilet alayım şöyle kendime ön sıralardan.
Hatta dayanamayıp baktım bile internetten. Oynanıyormuş hala. Eskiden Savaş
Dinçel oynuyormuş, ben onu izleyemedim, onun vefatının ardından Naşit Özcan
oynuyor. Gayet güzel her şey. Oyundaki sesler.. ah, o sesler.. Öyle güzel
yapmışlar ki, mutluluktan yaş gelebilir gözlerden (benim gelmişti, sadece
oyunun yarattığı güzellik duygusundan dolayı). Ayrıca, oyunun sonunda çekiliş yapılıyordu ve kazanana Sait Faik'in bir büstünü veriyorlardı, hala öyle mi bilmiyorum ama belki bize çıkar (: Neyse efendim, ben şiddetle
tavsiye ediyorum, okuyun diyorum, hatta okuduktan sonra bir de gidip izleyin,
bu aktiviteleri kronikleştirin diye de ekliyorum. Panco’ya selamlar, size
sevgiler saygılar..